Garden Route, Güney Afrika’nın cennet gibi rotası..

13/10/2014

Port Elizabeth’de güneşli bir güne gözlerimizi açtık. Sabah, South African Airways’in Johannesburg’daki ofisini arayıp, bagajlarımızın 10 uçağı ile geleceğini öğrenince, bir  gün önce yaşadıklarımızı çoktan unutmuştuk bile. Hele bir de Port Elizabeth bizi muhteşem okyanus manzarası ile karşılayınca deymeyin keyfimize..

20141013_101253

Bu manzarayı uzaktan görünce koşa koşa gittik okyanusun kenarına, hemen ayaklarımızı soktuk çocuklar gibi.. Acayip soğuktu. Deniz buldu mu mutlaka giren ben bile iki kere düşündüm hani. Manzaranın, okyanusun, dalgaların sesinin tadını çıkardık, huzurlandık..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Yolculuğumuza Port Elizabeth’den başlama nedenimiz, ünlü Garden Route rotasını yapmak. Garden Route, Cape Town’dan başlayıp Durban’a kadar devam eden, yer yer muhteşem sahillerden yer yer üzüm bağlarından geçen, güzelliği karşısında ağlayasınız gelen muhteşem bir rota. Her bir durağinda yok dalga sörfüdür, kite sörftür, bungee jumpingtir, dalıştır bir ekstrem aktivite cenneti olan bir wonderland 🙂

Biz ise Garden Route’a Port Elizabeth’den başlıyoruz..

Eğer vaktiniz varsa, bu muhteşem coğrafyada gezebilmek için çok keyifli bir yol Baz Bus (www.bazbus.com). Bir bilet alıyorsunuz ve Garden Route boyunca, Baz Bus’a üye olan istediğiniz hostelin kapısında istediğiniz zaman inebiliyorsunuz, istediğiniz zaman tekrar binebiliyorsunuz. Biz de Baz Bus’a niyetlenmiştik fakat daha sonra araba kiralamanın daha ucuza geldiğini farkedince araba kiralama olayına giriştik. Ekonomik olmasının yanısıra bize zaman ve esneklik kazandırdı. Ama bilgi vermek gerekirse; Baz Bus ile Port Elizabeth’den Cape Town’a tek yön 940 ZAR’dı.

baz bus

Maceramıza kaldığımız yerden devam edersek, Port Elizabeth’de bu muhteşem okyanus manzarasına karşın kumsalda uzun uzun yattık.. Güney Afrika’nın bu gizli cennetinde bir an için; işimi, gücümü, İstanbul’daki hayatıma dair herşeyi unuttum ve bu çok iyi geldi 😉

20141013_102212

Artık bagajlarımıza kavuşma vakti.. Taksiyle havalimanına gidiyoruz, Avis’ten araç kiralıyoruz ve sonunda çantalarımızla buluşuyoruz. Bu arada Güney Afrika’da araba kiralamak çok uyguna geldi, ters yönden giden trafiği de kısa sürede alıştık diyebilirim.

Biraz gecikmeli de olsa, haydi yolculuk başlasın! İlk durağımız Jeffrey’s Bay..

20141013_141916

Port Elizabeth’e 1 saat uzaklıkta olan J-Bay, Güney Afrika’nın bir dalga sörfü cenneti. İsterseniz eğitimde alabilirsiniz, J-Bay’de 2 saatlik dalga sörfü eğitimi 20 dolar. Ama su çok ama çok soğuktu, biz pas geçtik. Sörf dışında çok da başka bir aktivite yok aslında. Biraz sörfçüleri izleyip, öğle yemeği yedikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Sıradaki durağımız Storm’s River.. 😉

20141013_15382020141013_154542

Storm’s River’a yaklaştığımızda hava kararmak üzereydi. Gece konaklamak için Lonely Planet’den bulduğumuz Dijembe Backpackers’ı (www.dijembebackpackers.com) seçtik. Dijembe Backpackers, karı koca iki hippi tarafından işletilen çok sevimli bir yer. Storm’s River’da kaldığımız bu hostelde her an odanıza bir keçi dalıp cipsinize göz dikebilir ya da kapıdan çıkınca bir atla karşılaşabilirsiniz !? Ağaçtan ranzalarda uyuduğunuz, terasta jakuzi keyfi yapabileceğiniz çok doğal ve keyifli bir yer burası. Akşam kendimize güzel bir makarna yaptık, sıcak bir duştan sonra ertesi günün planlamasını ve kalacağımız hosteli ayarladım. Yarın bizi çoook heyecanlı bir gün bekliyor, çünkü dünyanın en yüksek (216 m) bungee jumping yapilan köprüsünden atlayis yapacağız ! 🙂

IMG_20141013_212756

20141014_073915

 

 

 

 

 

Livingstone’dan Port Elizabeth’e doğru..

12/10/2014

Eveet.. Livingstone’dan ayrılma vaktimiz gelmişti. Seyahatimizin bundan sonraki kısmındaki planımız Port Elizabeth, Güney Afrika’ya uçup, oradan Cape Town’a kadar olan bütün sahil şeridini geze geze gitmek ve Cape Town’a varmak. Öncelikle uzuuun bir yolculuk bizi bekler.. Hayde başlayalım..

Güne sabah 5’de kalkarak başladık. Japon komşularımızı uyandırmamak için parmak uçlarımızda kalkıp hazırlandık ve hostelin önünde dün anlaştığımız taksiciyi beklemeye başladık. Geldi mi, tabiki hayır.. Neyseki, hostelin kapısında 24 saat bulunan güvenlik görevlisi sağolsun bize sabahın 5 bucuğunda bir şekilde bir taksi buldu. Mesafe atla deva değil de, nitekim Livingstone çok güvenli bir yer değil, özellikle sabahın köründe 2 tane sırt çantalı turist için. Velhasılkelam, zamanında Mazhandu Family Bus’da olduk ve tam saatinde kalkan otobüsümüze yetiştik. Otobüs, Hindistan’dakilere nazaran gayet iyi ve konforluydu ama bütün yol yüksek volume’lü çalan o kilise şarkıları neydi Allahım! Tamam günlerden Pazar, ama sabahın 6’sıdır yahu. 6 saat süren yolculuğumuz, otobüste yankılanan kilise şarkıları ve dilini anlamadığımız, çok kötü çekilmiş tuhaf bir diziyi dinlemek zorunda bırakılarak geçti desem. Ne tuhaf rüyalar gördüğümü tahmin bile edemezsiniz 🙂

12 gibi Lusaka’ya vardık. Zambia’nın başkenti olmasının dışında görülecek birşey olmayan bu şehirde zaten pek geçirecek vaktimiz de yok. Havalimanına transfer veya otobüs bulunmamakta. Biz de pazarlıkla 110 kwacha’ya anlaşıp “Kenneth Kaunda” uluslarası havalimanına taksiyle gidiyoruz. Havalimanı oldukça küçük ve uçağa daha 1,5 saatimiz var, heryerini arşınlıyoruz.. Zambia, pek de sınır güvenliği olmayan bir ülke; havalimanları da her ülkeden insanla karşılaşabileceğiniz yegane yer ve ilk defa kendimi Ebola konusunda tedirgin hissediyorum. Tuvalete gidiyorum bir ara, sonra çok pişman oluyorum. Sonra çok paranoyak olduğuma karar veriyorum 🙂

Neyse bir şekilde saati 16:00 ediyoruz ve uçağımıza biniyoruz. İlk defa Sarı humma aşı sertifikamızı özellikle görmek istiyorlar. South African Airways ile önce Johannesburg’a, ordan da Port Elizabeth’e uçacağız. Önceden kalacağımız hostelle yazışıyoruz, bizi havalimanından alacaklar. Buraya kadar herşey iyi güzel..

20141012_155225

Sonunda saat 21:30’da Port Elizabeth’e iniyoruz. Port Elizabeth havalimanı ufacık tefecik bir yer. Bagajımızı bekliyoruz, bekliyoruz, bekliyoruz, gelmiyor. Allah Allah.. Nerde bu bagajlar !? Bizdem başka kimse kalmayıncaya kadar bekliyoruz, sonra kayıp eşya ofisine koşuyoruz panikle. Meğersem biz Port Elizabeth’e uçmuşuz ama bagajlarımız Johannesburg’de kalmış. Star Alliance üyesi olan sevgili South African Airways görevlisi Johannesburg’a indiğimizde valizlerimizi almamız ve sonra yeniden check-in yapmamız gerektiğini söylüyor. Bunu yapmadığımız için valizlerimiz gümrükte kalmış. Peki, bunu neden kimse bize söylemiyor?? Kadın, yardımcı olmaktan çok uzak, sadece bunun onların sorunu olmadığını bizim hatamız olduğunu tekrarlayıp duruyor. E peki ne zaman kavuşabiliriz valizlere diyoruz? Bir telefon numarası verip başından savıyor. Çok sinirleniyoruz. Hosteldekiler gitmiş. Saat 22:00 olmuş, dımdızlak kalmışız.. Neyse, önce taksiyle (80 ZAR) hostelimize varıyoruz. Bu arada artık Güney Afrika’dayız ve para birimimiz “South African Rand”. Hostel süper, önce Gökçe’yle birer bira söylüyoruz kendimize gevşemek için.. Neler olmadan ne kadar idare edebiliriz konuşuyoruz. Neyseki telefon şarj aleti yanımda. Gene 6 kişilik dorm’da (adam başı 12,59 dolara) kalıyoruz.  Üzerimizdekilerden başka giyecek birşey olmadığı için olduğu gibi yatıyoruz valla, ne diş fırçası, ne lens solüsyonu 😦 Bu arada dorm’da bir tek bayan benim ama artık bunu takacak halim yok. Zaten yorgunluktan kafayı koyduğum gibi uyuyorum.

20141013_073308

Sabah, erkende kalkıp South African Airways’in Johannesburg ofisini arıyorum. Bagajlarımızın sabah 10 uçağı ile geleceğini öğreniyoruz, rahatlıyoruz.. Bu arada kaldığımız hostel “Lungile Backpackers” (www.lungilebackpackers.co.za) çok cool bir yer. Konum olarak merkeze az uzak olsa da, okyanusa 5 dk yürüme mesafesinde. Ama hostelde çok da vakit geçiremediğimizden detaylı bir yorum yapamayacağım.

Sabah, günün değerlendirmesini çektiğimiz video..

Victoria Falls’ün sularıyla yıkanmak..

11/10/2014

Bir haftadır 5’de, 6’da kalktığımız günlerden sonra, bugün 8’de uyanmak ilaç gibi geldi desem yeridir, resmen refresh olduk. Ekiple son kahvaltımızı edip, hepsiyle vedalaştık, bir gün biryerlerde görüşmek dilekleriyle.. Kaldığımız yerin 10:00’daki free shuttle’ını kullanarak Livingstone Post Office’in oraya gittik. Önce otogarı bulup, “Mazhandu Family Bus” firmasından ertesi sabah için Lusaka’ya bilet aldık. Livingstone-Lusaka arası bilet adam başı 110 Kwacha. Bu arada Zambia’da para birimi “kwacha” ve biz seyahat ederken 100 kwacha 30 TL kadardı.

20141011_102835

Sonra, 15 dk kadar merkeze yürüdük ve gece kalacağımız hostele (Fawlty Towers)’a yerleştik. Kendimize güzel bir market alışverişi yaptık, şelalere baka baka piknik yaparız diye planlayarak ama plan suya düştü, neden mi, az sonra.. Victoria Falls, Livingstone merkezden 11 km uzaklıkta. 40 kwacha’ya taksiyle gittik çünkü minibüs var mı bilen yok. Genelde tüm hostellerin günde bir kere shuttle’ı var ama biz shuttle saatini kaçırmışız.

Neyse bir şekilde vardık Victoria Falls’a yeniden. Ama ben taksiden indiğim gibi, bir babunun bana doğru dört nala gelmesi bir oldu. Ne olduğunu anlayamadan hayvan üzerime atladı elimdeki poşeti kapmak için. Ben gayri ihtiyari poşeti kaçırmaya çalıştıysam da affetmedi. Sonra da karşımıza geçip, sandviçlerimizi bir güzel aralarında elden ele vererek paylaştılar, ve bize baka baka yediler!? Bu ne terbiyesizliktir yahu ! Ben olayın şokunu atlattıktan sonra Gökçe bende bir çizik ya da tırmalama olup olmadığını sordu, doğru ya, poşetimi korumaya çalışırken bu detayı hiç düşünmemiştim. Valla sonum Afrika hastanelerinde kuduz aşısı olmakla da bitebilirdi. Herhalde hastaneye son gitmek isteyeceğiniz ülke olabilir Zambia. Babun saldırısından tek kurtarabildiğimiz sanırım bir paket bisküvi oldu 🙂 Yani heryerde “Babunlar tehlikeli hayvanlardır, yemek vermeyiniz” diye tabelalar var evet ama boş bulunduk işe, nerden bileyim hayvanın yemeğin kokusunu 10 mt öteden alacağını. Yani, siz siz olun, Victoria Falls’a yolunuz düşerse, babunlara çok dikkat edin 🙂

Neyse dedik piknik yalan oldu, bari yola devam.. Gişedeki kadına, dün gördüğümüz yerel rehberi sorduk yani ne bileyim parkın rehberleri mi yoksa sarı çizmeli Mehmet Ağa mı diye. Kadın, bir arkadaşım da rehber diyerek, birine telefon açtı, ahanda dünkü adam. Tamam dedik adama, biz varız. Şimdi iki opsiyonunuz var.

1) “Angel’s Pool”, şelalenin ucuna yakın bir yerde kayaların içinde doğal bir havuz, havuz Devil’s Pool gibi şelalenin tam ucunda değil ama. Ayrıca şelalenin ucuna kadar da yürüyerek gidip bir bakabiliyorsunuz. Gidiş, dönüş 1 saatlik bir aktivite, adam başı 100 kwacha.

2) Diğeri de asıl benim daha gelmeden gözüme kestirdiğim “Devil’s Pool”, böyle şelalenin tam ucunda doğal olarak oluşmuş ufak bir havuzda, çoğunlukla!? şelaleden düşmeden, şelaleden aşağıya sarkabiliyorsunuz. Devil’s Pool, Livingstone Island’da bulunmakta ve normalde bot ile gidiliyor ve bir rehber sürekli size eşlik ediyor şelaleden aşağıya yanlışlıkla uçmayasınız diye 🙂 Kaldığımız yerdeki Adventure Center’da Devil’s Pool aktivitesi 90 dolardı ve bizim aktiviteler için ayırdığımız bütçenin biraz üzerindeydi. Bizim tanıştığımız bu rehber de 50 dolara Devil’s Pool’a götürürüm dedi ama sadece yürüyerek gitmek 1 saat sürermiş ve gidip, takılıp, dönmesi en az 3 saatlik bir aktivite.

SAMSUNG CAMERA PICTURESSAMSUNG CAMERA PICTURES

Düşüdük, taşındık ve “Angel’s Pool” a gitmeye karar verdik, bizi bu seyahatte daha birçok aktivite beklediği için. Öte yandan, içimizden bir ses yolumuzun bir gün yeniden Victoria Falls’dan geçeceğini söylüyor, “Devil’s Pool”u da o zamana bırakıyoruz ve iki tane elin Afrikalısının elinden tuta tuta yer yer şelalenin sularının içerisinden geçe gide, çok keyifli bir yürüyüş yapıyoruz. Şelalenin sularına kapılıp gideceğimi hissettiğim ya da ayağım kayıp da kafayı gözü yaracağımı düşündüğüm yerlerde hemen rehber yardım elini uzatıyordu sağolsun 🙂 ve yaklaşık 20 dk yürüyerek “Angel’s Pool” a geldiğimizde büyüleniyoruz. Yürüyüşe çıkarken, Victoria Falls’u keşfeden David Livingstone amca gibi hissediyorum kendimi. Sevinç çığlıklarıyla hemen kendimizi havuza atarak, şelalenin sularında yıkanıyoruz.. 🙂 O an için Angel’s Pool sadece bize ait, tadını çıkarıyoruz..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Angel’s Pool’a atlarken..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Angel’s Pool’un tadını çıkarırken..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

rehberimiz de bize katıldı.. 🙂

 

Angel’s Pool’da eğlendikten sonra, biraz ileride şelanin ucuna kadar yürüyoruz, gerçekten de tam olarak şelalenin ucuna, bir adım sonrası uçurum yani! Ama süperdi! Heryer ıslak, kaygan, adamlar yanımızda değil, bir an için son fotoğraflarımız mı hissine kapılıyoruz ama çabuk geçiyor 🙂 Bu sefer de biz karşıdaki insanlara el sallıyoruz.. Bu şekilde, dünyanın 7 harikasından biri olan şelalerin ucunda düşmek üzere oturmanız, herhalde bir Afrika’da mümkün 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

işte şelalenin kenarındayız!

SAMSUNG CAMERA PICTURES

şelalenin ucunda otururken..SAMSUNG CAMERA PICTURES

Havuzda son kez çocuklar gibi şen eğlendikten sonra, “Angel’s Pool”a veda edip dönüş yoluna geçiyoruz. Aşağı yukarı toplamda 1/1.5 saat süren bu şelale yürüyüşünün ardından başladığımız noktaya dönüyoruz ve rehberlerimizle bir anı fotoğrafı çektirip, onlardan ayrılıyoruz. Eğer ıslak sezonda gelmiş olsaydık, belki şelaleyi daha güzel bir manzarada bulabilirdik ama su seviyesi çok olacağı için bu yürüyüşü de yapamayacaktık, Victoria Falls’un sularında yıkanamayacaktık. Çok keyifli bir aktiviteydi, her anına değdi valla 😉

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Angel’s Pool, daha önce hiçbir blogda ya da Lonely Planet’de okumamıştım. Böyle bir yeri keşfettiğimiz için çok keyiflendik.

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Rehberlerin yanından ayrıldıktan sonra biraz daha şelaleyi izliyoruz doya doya. Derken aniden yağmur başlıyor. Yaklaşık yarım saat parkın girişinde bir saçağın altında yağmurun geçmesini bekliyoruz. İyiki şelale yürüyüşünü aradan çıkarmışız diyoruz. Yağmur hafifleyecek gibi olduğunda “Boiling Pot” parkurunu yürümeye karar veriyoruz. Bizim rehber bana, giydiğim zaman koca bir limona benzediğim kocaman sarı bir yağmurluk veriyor. Girişin ordan tabelaları takip ederek, şelalenin sularının karıştığı “Boiling Pot” dedikleri noktaya iniyoruz. İndiğimiz yerden Victoria Falls köprüsü de görünüyor. Sadece şelalenin ve doğanın sesi.. Çok huzurluyuz..

SAMSUNG CAMERA PICTURESSAMSUNG CAMERA PICTURESSAMSUNG CAMERA PICTURES

Artık yağmur durdu ve hava kararmak üzere.. Victoria Falls köprüsüne gidip, hadi bir de ordan bakalım diyoruz. Oraya gitmek için Victoria Falls parkından çıkıp biraz yürümek gerekiyor. Biz de bir taksiyle anlaşıyoruz, ordan da bize hostele bırakacak. Victoria Falls köprüsü, Zambia ve Zimbabwe arasındaki sınırı oluşturuyor bu sebeple aslında sınırı geçmemiz gerekiyor. Yanımızda pasaportumuz yok ama bir şansımızı deneyelim dedik. Gökçe, ben ve taksi şoförü, Zambia tarafındaki sınıra gidip, sadece köprüye gidip fotoğraf çekmek istediğimizi ama yanımızda da pasaport olmadığını söylüyoruz. Kadın görevli, bir kağıda “3” yazarak veriyor. Biz, o kağıtla Zimbabwe’ye geçiyoruz!? Köprü’de fotoğraf çekerken, bir kız gelip birlikte fotoğraf çektirebilir miyiz diyor, tabiki diyorum, derken o kız, arkadaşları, onların arkadaşları derken, köprüdeki tüm insanlar birlikte fotoğraf çektirirken buluyoruz kendimizi 🙂 Haha ha ! Mükemmel bir fotoğraf oluyor 🙂 Geri dönerken de Zimbabwe sınırında ateşimizi ölçüyorlar. Böylelikle elimizi kolumuzu sallaya sallaya Zimbabwe’ye de ayak basmış oluyoruz 🙂 This is Africa dostum 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Yanımdaki kızın kafası da omzumda, ha ha 🙂

Kaldığımız hostel “Fawlty Towers” çok tatlı ve güvenli bir yer. Biz, bir gece sadece uyumak için kullanacağımızdan ekonomik olsun dedik ve dorm’da kaldık (6 kişilik odada adam başı 8 dolara). Biz odaya sabah yerleştiğimizde odada bizden başka kimse yok. Her yatakta cibinlik var, on puan ! Bu sıtma derdi yüzünden bazen psikopata bağlayabiliyorsunuz çünkü. Hostelde başucumuza koydukları bir defterde yazan uyarı dikkat çekici ve düşündürücü.. Maalesef HIV, Afrika’nın acı gerçeklerinden biri. Zambia, dünya genelinde en çok HIV görülen ülkelerin başında gelmekte ve ülke genelinde insan ömrü maalesef 39 yıl 😦 Gerçekten de Zambia’da olduğumuz süre boyunca bir tane bile yaşlı insan görememek çok üzücü ve sarsıcı. Sonuçta, tüm bunları, bunlardan çok uzak ülkemizde yaşarken de biliyoruz ama burda gözlerimizle görmek, tokat gibi çarpıyor insana. Daha hiçbir şey de görmedik aslında..

20141011_11240920141011_112455

Akşam hostele döndüğümüzde, odamıza bir de Japon çift yerleşmişti. Tam 14 aydır dünyayı geziyorlarmış, yolları Türkiye’den de geçmiş. Dorm’da kalmanın, ekonomik olmasının yanısıra bir güzel yanı da farklı ülkelerden farklı insanlarla tanışmak ve onların hikayelerini dinlemek. Kimi zaman anlattıkları bir hikayeden yola çıkarak kendi seyahatine yön vermek, kimi zaman onların seyahatine yön verebilmek ve belki de hikayelerinde küçük bir ayrıntı olabilmek.. Nasıl Nepal’de Bhaktapur’a giden minibüste tanıştığımız Ürün ve Zeynep’in çok sonra tesadüfen bloglarına rastgelip, bizden bahsettiklerini okuduğumuz gibi.. Ya da Hindistan’da Varanasi’den Delhi’ye giden trende tanıştığımız İsrailli kızın, bize Botswana’yı bu kadar coşkuyla anlattığı için bu sene kendimizi burda bulmamız gibi.. Hayat küçük sürprizlerle dolu 😉

Neyse, hikayemize dönelim.. Hostelimizde sıcacık bir duş aldık, kendimize geldik ve akşam yemeği için kendimizi tabiki gene Cafe Zambezi’ye attık. Cafe Zambezi, hostelden iki bina ötede olduğu için geç saatlere kadar oturup, rahatça da dönebildik. Cafe Zambezi’de bu sefer “Zambezi Burger” söyledik. Hamburgerimizden bir ısırık aldığımızda Gökçe’ye gözgöze geliyoruz. İkimiz de biliyoruz! İste budur !!! Yıllardır Gökçe’yle ideal hamburger arayışımız işte burda Zambia’da sonlanıyor, ideal hamburgeri yerde gökte ararken Zambia’da buluyoruz! Cafe Zambezi’nin hamburgeri kesinlikle olağandışı ve o kadar leziz ki, bu hamburger karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor, sadece saygıyla eğiliyoruz 🙂 Gerçekten de öyle.. Şimdi Zambia’ya bir daha gitmek için bir nedenimiz daha var.

Mosilerimizi de yudumlayıp Zambia’da güzel bir son gece geçirdikten sonra, hostele dönüyoruz. Otobüsümüz çok erken, saat 6’da. Bu da bizim en geç 5bck gibi hostelden ayrılmamız gerektiği anlamına geliyor. Bugün bindiğimiz taksiciyle sabah bizi gelip almasını konusunda anlaşıyoruz. Zambia’da tropikal iklim olduğundan, inanılmaz sıcak, Johannesburg’da 10 derecelerde başlayan yolculuğumuz, burda 30 dereceyi gördü. Uyumakta oldukça güçlük çekiyoruz, sabahı zor ediyoruz.

FawltyTowers_e_091

hostelimiz

 

Victoria Falls nam-ı diğer “Kükreyen duman” :)

10/10/2014

Chobe National Park’daki nefes kesen safarimizin ardından mest olmuş, yüzümüzde kocaman bir gülümseme Wendy’e koştuk resmen. Kadının etrafını sarıp “Wendy! aslan gördük, kocamandı! Wendy! Bir aslan, inanabiliyor musun!!” diyerek soluksuz anlatırken, muhtemelen yüzlerce kez görmüş olmasına rağmen bizim heyecanımızı paylaştı 🙂 Çoktan öğlen yemeğini hazırlamıştı bile. Biz de hemen birşey atıştırıp, Denver’a doluştuk ve yola koyulduk. İstikamet Zambiaa! 😉

Kasane’den uzun sürmeyen bir yolculukla Botswana – Zambia arasındaki Kazangula sınırına geldik ve Zambia’ya geçmek için feribotumuzu beklemeye başladık. Şimdi, feribot deyince benim aklıma Eskihisar – Topçular arası çalışan, içine de baya bir araba alan görece büyük bir feribot geliyor. Gele gele, ufacık, içine 3-5 araç ancak alabilen bir feribot geldi. Zaten bir baktık ki, geçeceğimiz nehir de atla deve değilmiş, feribota binmemizle 10 dk’da karşıya geçtik bile. Sınırda fotoğraf çekmek yasaktı ama ben otobüsün içinden çektim bir tane, feribotu gösterebilmek için 🙂

2014-10-10 10.21.42

Kazangula sınır kapısı.. Bizi Botswana’dan Zambia’ya geçirecek feribot

Veee işte artık Zambia’dayız. Biz, pasaportlarımızı ve vize paralarımızı Wendy’e verdik ve pasaport ofisinin dışında yere dizildik. Hemen birkaç satıcı geldi. Dün gece annem sabaha kadar elleriyle oydu diyerek el yapımı !? fil, zürafa falan pazarlamaya başladılar. Yanımızdaki İzlandalı çocuk bildiğin hayvanat bahçesini tamamladı ordan 🙂 Bu arada, Zambia vizesi tek giriş için adam başı 50 dolar. Eğer Victoria Falls’a bir de Zimbabwe’den bakacağım deyip,  Zambia’dan Zimbabwe’ye gidip geri Zambia’ya dönecekseniz, mutlaka 75 dolar’lık çok girişli vize almanız lazım. Sırf Victoria Falls’ü görebilmek için 2 günlüğüne Zambia’ya geldik ve 100 dolar vize parası verdik. Umarım buna değer..

Önce, ekiple beraber son kez kalacağımız “The Zambezi Waterfront Campground”a geldik ve çadırlarımızı kurduk. Burası oldukça şirin olmasının yanısıra Livingstone merkeze biraz uzak ama Victoria şelalerine yakınca (4 km uzaklıkta). Mekana gelmeden maymunlara dikkat etmemiz konusunda Wendy tarafından ciddi ciddi uyarıldık. Hırsızlık yaptıklarını, özelliklere kadınların peşine takıldıklarını !? falan anlattı. Gerçekten de çadırın kapısını açık bırakmaya falan gelmiyor, bir bakmışsın T-shirtini sallaya sallaya geziyorlar 🙂

20141011_090017

Gökçe, keyif yaparken.. 🙂

20141010_143342

Çadırınızın kapısını açık bırakırsanız, işte başınıza gelecek olan bu 🙂

Biraz dinlendikten ve yemek yedikten sonra, burda olma sebebimize doğru ilerliyoruz heyecanla : Victoria Falls, halk diliyle “Mosi-oa-Tunya” yani “smoke that thunders/kükreyen duman”, Zambia ve Zimbabwe’yi birbirinden ayıran Zambezi nehri üzerinde bulunan, dünyanın en geniş şelalesi. Dünyanın 7 harikasından biri olan “Victoria Falls”, 1.7 km genişliğinde ve 108 m yüksekliğinde ve ölmeden önce görmeniz gereken yerler listenizde mutlaka olması gereken bir yer bence. Victoria Falls, Avrupalı bir kaşif olan David Livingstone tarafından 1855 yılında keşfedilmesinden sonra ün kazanıyor. David Livingstone amca, şelaleyi ilk gördüğü an o kadar etkileniyor ki, aynen aktarıyorum ağzından şu sözler dökülüveriyor : “The most wonderful sight I had witnessed in Africa. No one can imagine the beauty of the view from anything witnessed in England. It had never been seen before by European eyes, but scenes so lovely must have been gazed upon by angels in their flight” ve şelaleye kraliçe Victoria’nın adını koyuyor. Sadece bununla kalmıyor, Livingstone şehrine de kendi ismini veriyor. Victoria Şelalesi, Zambia tarafından akmakta ve bizim duyduğumuz en güzel Zimbabwe tarafından izlenebilmekte. Ama şelale o kadar geniş ki, Zambia tarafından da oldukça büyük bir kısmı görülebilmekte.

Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zambia, Victoria şelalerine sahip olunca, ona deli gibi tutunmuş ve turizmin dibine vurmuş. Livingstone şehri, inanılmaz turistik bir yer ve burda herşey acayip pahalı. Victoria Şelaleri’ne giriş parası, Zambia tarafında 20 dolar, Zimbabwe tarafında 30 dolar. Yani çok zengin değilseniz, iki ülkeden birini seçip ordan bakmak lazım. Biz Zambia’yı seçtik, ve işte burdayız 🙂

20141010_151925-001 SAMSUNG CAMERA PICTURES

İçeri girdiğimizde, uzun bir patika yolu takip ediyoruz. Herşey çok düzenli, heryerde tabelalar falan.. İlerlerken, uzaktan şelalenin sesini duyuyorum, çok heyecanlanıyorum. Gelmeden önce, internette onlarca fotoğrafına bakmıştım, videolar falan izlemiştim. Olağanüstü birşey bekliyorum, beklentim tavan yani.. Ama şelaleyi ilk gördüğüm anda sanırım hissettiklerim biraz hayal kırıklığı.. Çünkü biz aslında kuru sezonda gelmişiz ve şelalede su çok azz 😦 Normalde, şelaleden ıslak sezonda, dakikada 500 milyon litre su akarken, bu durum kuru sezonda 10 milyon litreye düşüyormuş. Hay bin kunduz! Biz de şu işe bak, çok da doğru olmayan bir sezonda gelmişiz. Evet, gene de şelale çok güzel, ama bazı kısımlarında nerdeyse hiç su yok diyebilirim. Yani benim fotoğraflarında gördüğüm kesintisiz bir su perdesi hayal edin, öyleydi. Gerçi, ıslak sezonda da özellikle bazı aylar o kadar çok su oluyormuş, çıkardığı su bulutundan şelaleyi bile göremiyormuşsunuz. Bize söylenen, Haziran/Temmuz gibi gelinmesi en ideali. Artık bir daha yolumuz buralardan geçerse diyelim..

20141010_155302

aslında sağ duvarın tamamında su olması gerekiyordu 😦

Neyse, moral bozmak yok deyip, anın tadını çıkarıyoruz. Önce her açıdan şelaleyi izleyebileceğimiz heryeri dolaşıyoruz. Sonra, birden şelalenin üzerinde bazı insanlar görüyoruz, bize el sallıyorlar. Ama iki adım daha atsalar, aşağıya uçacak gibiler. Ana, onlar oraya nasıl çıkmış yaa diye radarları açıyoruz. Başka bir patikadan bir su düzlüğüne çıkıyoruz. Orda biraz vakit geçirince, suyun üzerinde yürüyerek bir yerlerden dönen insanlar görüyoruz. Hemen yanlarına gidiyoruz, konuşuyoruz. Öğreniyoruz ki, ordaki lokal rehberler para karşılığı sizi şelalenin üzerine götürüyorlar. Evet, şu an nasıl baktığınızı tahmin edebiliyorum. Elin Afrikalısına güvenip, peşinden can güvenliği sıfır bir şekilde şelalenin üzerine acaba çıktık mı? Cevap, bir sonraki postta :))

Bu arada süremiz doldu, gene ekipcene kampa geri dönüyoruz. Çok açız, hemen akşam yemeği için “Cafe Zambezi” ye gidiyoruz ve işte yemek şöleni başlıyor. Burda yemek alternatifleri çok zengin, dün safaride ne gördüysen bugün tabağında.. Ben sıkı bir etçi olduğum için, ana yemeği sağlama alıp T-bone steak söylüyorum. Maceraperest Gökçe, Zambia tabaği diye birşey sipariş ediyor ve dün hoplaya zıplaya gezen, sevimli sevimli bakan impalalardan götürüyor, ben de bir lokma aldım ama tadı çok kötü. Arkadaşlarla ortaya timsah ve tırtıl söylüyoruz :)) Valla, beklentimin aksine timsahın tadı on numara 🙂 ama tırtıl kızartma ne desem hoş değil :)) Tabiki yemeğin yanına her zamanki gibi lokal biradan söylüyoruz, burda da lokal biramız “Mosi”.

20141010_194207

tırtıl da yemedim demem artık 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

ortaya da timsah..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

ve buranın lokal binası “Mosi”

Sohbet muhabbet çok hoş bir akşam geçiriyoruz. Ekibin bir kısmı aynı turla geri Johannesburg’a dönecek, bazıları başka bir G ekibi ile birleşip 3 hafta daha sürecek bir yolculukla Kenya’ya devam edecek, bazıları da bizim gibi tura bu noktada veda edecek.

Tur deyince tüyleri diken diken olan bizler için, G’nin bu turuna katılma kararı oldukça zor oldu. Bu safari olayına kendimiz mi girişsek diye baya düşündük ama şu an itiraf ediyorum ki iyi sehayatimizin ilk kısmını iyi ki G ile geçirmişiz. Hem Afrika’da mesafelerin birbirine çok uzak olmasından, saatlerce in the middle of nowhere de gittiğimizden, çölde seyahat ediyor olmamızdan ve bir nebze de güvenlik sebebiyle, Afrika’ya ilk defa geldiğimiz için doğru kararı vermişiz diyorum. G’nin turu da tam bizim kafada bir seyahat anlayışında olduğundan kendimizi hiçbir zaman turist gibi hissetmedik, çünkü biz gezginiz, hatta artık bir “overlander”ız 😉

20141011_085307

 

Chobe National Park’da safari

10/10/2014

Güne 04:45’de uyanarak başladık 😦 Evet, sabah karga botunu giymeden uyanıp, çadırı çantanı toplayıp, gözlerin yarı kapalı birşey yemeye çalışmak oldukça zor ama eğer safariye gideceksen dostum, yola erken çıkacaksın bu kesin.. Çünkü seyahatin başından beri görmeyi iple çektiğimiz hayvanları, ancak günün erken ve serin saatlerinde görme ihtimalimiz var, zira Afrika sıcağında salına salına ortalıkta gezmek yerine kuytularda uyuklamaktalar.

Bu seyahattaki hayran olduğum noktalardan biri de ekibin çok hızlı hazırlanmasıydı. Yani hep birinin tuvaleti, diğerinin uyuşukluğu derken hani kalabalık gruplarda hep birilerini beklersiniz ya.. Bizim ekip bu açıdan süperdi. 17 adam, sabahın 04:45’inde uyanmış, çadırını toplamış, çantasını Denver’e yüklenmiş, üstüne kahvaltı bilem etmiş, 05:45’de hazırdı valla. Sanırım bunda aslan görme ihtimalinin motivasyonu da büyük 😉

Hepimiz 4×4 araçlara dağıldık ve 06:00 gibi Chobe National Park (http://chobenationalpark.co.za) ‘ın içine girdik. Şimdi, 21,000 km2’lik kocamaaan bir alan düşünün. Aslında, hayvanların kendi hallerinde mutlu mesut yaşadıkları alanın etrafını, vahşi hayatı korumak ve turizmi arttırmak için görünmez çitlerle çevirmişler. Chobe National Park, Afrika’nın en büyük 3 doğal parkından biri ve muazzam fil popülasyonu ile ünlü. Hindistan’da maymun neyse, burda fil o , o derece yani.. Afrika’da işte burda file doydum diyebilirsiniz 🙂

Parka, saat 06:00 gibi girdiğimizde, hava hafif ısıran cinsinden soğuk, güneş ufukta yeni yeni belirmekteydi. İçimden “Hadi, bir aslan görelim” diye geçiriyordum sürekli. Muhteşem Afrika gün doğumu manzarası bizi bizden alırken, birden önümüze çıkan iki sırtlanla afalladık. Birinin ağzında kocaman bir et parçası sallanıyordu. Artık kimi, ya da neyi kaptıysa..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Aniden durduk, kanım dondu birden. Önümüzden geçip nehrin kenarına gittiler, eti mideye indirmek için. Ziyafeti gören başka sırtlanlar da sinsi sinsi yanlarına yanaşmaya başladılar. Her an aralarında bir kavga başlayabilirdi. Rehber bile heyecanlandı, kamerasını çıkardı, bekledik ama olay çıkmadı.

20141010_064321

Benim için Afrika’nın filden sonra bir başka simgelerinden biri olan Afrika kartalını gördük. Kendisinin kuş olduğuna bakmayın, ben kadar var. Tavuğu kaptığı gibi önümüzden uçarak – ve sanırım bize gösteriş yaparak – geçti ve pençeleri tavuğa geçirmiş şekilde yere kondu. Dönüşte gene kendisini gördük, bu sefer yemek faslına geçmişti.

20141010_073338

Hoplaya zıplaya gezen sevimli impala’ların arasından devam ettik. Kudu, buffalo, rhino, hippo ve tabiki filleri doğal hayatında izleyerek ilerlemeye devam ettik. Derken işte o an.. O an, “o”nu gördük.. Bir ağacın gölgesinde uyuyan ormanın kralı “aslan” 🙂 Hayatımda bu kadar heyecanlandığım anlar nadirdir.. Aramızda 10 metre var yok, aracın etrafında bir koruma yok, istese yer yani hepimizi, hepimizi yiyemese de birimizi kesin götürür 🙂 ve tüm bu koşullar altında, tüm ihtişamıyla uyuyan bir güzellik.. Hepimizde pür sessizlik, sadece fotoğraf makinalarının sesi duyuluyor.. Aslan, gerine gerine döndü, uyandı, tüm ihtişamıyla ve gururla her açıdan bize poz verdi, gerine gerine dolandı ve dişi aslanın yanına giderek gözden kayboldu. Tek kelimeyle muhteşem ve unutulmaz anlardı.. Benim için bu sehayatin, mokoro gezisinden sonra en unutulmaz anı kesinlikle aslanla tanıştığım bu andı..

20141010_07565320141010_080324

Geçen hafta, aslanlar bir bebek fili öldürmüşler diye anlatmıştı rehber. Akbabaların üstünde uçuştuğu bebek filin ölüsünü bulduk ardından. Sırtlanları, o bebek filin kemiklerini eşelerken izledik. Akbabalar da sırtlanların etrafında halka oluşturmuş, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı saygıyla.. Vahşi doğa ve al işte sana canlı canlı besin zinciri..

20141010_091452SAMSUNG CAMERA PICTURES

Yaklaşık 3,5 saat süren safarimiz, heyecan iliklerimize kadar işlemiş, vahşi doğaya tanık olduğumuz için şaşkın ve sonunda bir aslan gördüğümüz için çok mutlu bir şekilde sonlandı.

20141010_093244

Leopar, gece avlandığı için kendisini göremedik, zaten şansımız çok düşüktü ama “Big 5″da 4’lemiş olduk 😉

Görsel

Chobe National Park’ta tekne turu

09/10/2014

Eveeet, Elephant Sands’ten ayrıldıktan sonra akşam üzeri 14:00 gibi Kasane’ye vardık. Hemen hızlı bir alkol alışverişinden sonra gece konaklayacağımız yer olan “Thebe River Safaris”e (http://theberiversafaris.com) vardık. Hızlı hızlı kampımızı kurduk, önce kamp içerisinde hem tekne turu (305 pula/adam) hem de ertesi gün çıkacağımız safarinin (305 pula/adam) parasını ödedik ve “Sunset Boat Cruise” için yola çıktık.

Birazdan Chobe National Park içerisinde bulunan Chobe nehrinde bir tekne turuna çıkacaktık. Chobe nehri, Botswana, Zambia ve Namibia’yı birbirine bağlayan bir nehir. Namibia’ya çok yakın geçeceğimiz için, tekneye binerken pasaport bilgilerimizin olduğu bir form doldurduk ve formlar da görevliye teslim edildi.

20141009_182332

2 saat süren tekne turumuzda bir yandan biralarımızı yudumlarken, bir yandan da başta onlarca fil olmak üzere, timsahlar, zürafalar, bufalolar ve sonunda gözleri haricinde nihayet geri kalanını da görebildiğimiz kocaman ve bir sürü hippo gördük. Hippolar yanyana dizilmiş, serin suyun tadını çıkarırken, biz de ağzını kocaman açması için yalvarıyorduk, derken işte o pozu yakaladık 🙂 Suyun içindeyken oldukça tehlikeli görünen hippo, tekneden bu sefer pek bir sevimli geldi gözüme 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

SAMSUNG CAMERA PICTURES

SAMSUNG CAMERA PICTURES

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Kaptan, kıyıya yanaşarak her hayvan uzun uzun izleyecek ve fotoğraflayacak zaman tanıdı. Bu gezi ile birlikte “Big 5″da 3’ü tamamlamış oluyoruz; fil, bufalo, rhino..

Relax ve keyifli bu tekne turu muhteşem Afrika gün batımını izleyerek sonlandı.

SAMSUNG CAMERA PICTURES

group

Tekne turunun ardından, hem manzaranın güzelliği hem de arka arkaya götürdüğümüz biralardan hafif çakırkeyif ama çok mutlu bir şekilde kampımıza geri döndük. Bu akşam, turumuzdaki son kamp yemeğimizdi ve Wendy’le Reiner bize tatlı olarak Amarula (Afrika’da Wendy sayesinde keşfettiğim ve tadı Baileys’e benzeyen alkollü bir içecek) aromalı pancake yaparak jest yaptılar. Bu akşam, uzun uzun gökyüzünü seyrederek Afrika yıldızlarının ve kamp ateşinin tadını çıkardım ve bu manzarayı hafızama kazımaya çalıştım, sanki kafamda fotoğrafını çekerek beynimdeki bir kutuya kaldırdım, İstanbul’da yeri geldiğinde çıkarıp bakmak üzere..

Fillerle kahvaltı etmek..

09/10/2014

Baobab ağaçları altında geçirdiğimiz geceden sonra yeni bir güne 05:50’de kalkarak başladık. Sabah kahvemizi yudumladıktan ve kampımızı topladıktan sonra 06:30’da çok heyecanlı bir buluşma için yeniden yollara düştük, fillerle kahvaltı randevumuz vardı 😉 Yolda, başka bir G aracı ile karşılıklı geçmeye çalışırken kuma saplanıp ufak bir kaza geçirsek de, 10 gibi “Elephant Sands”e vardık.

20141009_082934-001

Elephant Sands (www.elephantsands.com), 16000 hektarlık bir alanda, koca bir su birikintisinin etrafında bir restoran ve birkaç evden oluşan bir mekan. Sahipleri sürekli bu birikintiye su basarak, filleri o tarafa doğru çekiyorlar ve onları yakından izleyebiliyorsunuz. Hiçbir yerde çit de olmadığı için, bu sevimli hayvanlar rahatça dolaşabiliyorlar ve gelip sizin kahvaltınızdan bir lokma dahi alabilirler, o derece 🙂

Oraya vardığımızda ortalıkta fil falan yoktu ama daha masamıza oturmadan, sanki “Ooo, G Adventure’in turu da gelmiş, ben de nerde kaldılar diyordum” dercesine, bir tanesi koştura koştura yanımıza geldi, orda olduğumuz süre boyunca, kah su içti, kah hortumu ile kendini yıkadı ve bizi kendisini izleme zevkinden mahrum bırakmadı. Güzel bir kahvaltıdan sonra, uzun uzun bu güzel yaratığı seyrederek kahvemi içtim. Çok ama çook güzel hayvanlar filler..

1964932_10152807916980659_4433222520293860054_n

photo by Yasmin Mills

20141009_091203

20141009_090826

20141009_092024

Elephant Sands’ten ayrıldıktan sonra Kasane’ye doğru yola koyulduk. Bu yola “Elephant Highway” deniliyormuş, ismini hak edecek kadar da fil gördük gerçekten de. Bu yola ilk çıktığımızda, Wendy ilk kez “ahanda fil” diye seslendiğinde hepimiz cama yapışmış, filin milyonlarca fotoğrafını çekmiştik. Elephant Highway’da ise file o kadar doyduk ki, Wendy artık “fil !” diye seslendiğinde, bir süre sonra kafamızı çevirip bakmamaya bile başladık 🙂 T.I.A (This is Africa) dostum ! Afrika, yolda giderken fil hem de çok fazla fil görebilmektir.

Bu Elephant Highway’de bir fil ailesi görünce durduk, onlarda hemen korumacı içgüdüsüyle bebek fili aralarına aldılar, bizden saklamak için 🙂 Çook tatlılar..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Büyülü Okavango Deltası..

06/10/2014

Khama Rhino Sanctuary’de yaptığımız Game Drive’dan sonra, hemen toparlanıp bir sonraki durağımız için yola koyulduk veee 6 saatlik bir yolculuktan sonra Maun’a vardık. Maun’da önce biraz para bozdurarak yeni para birimiz Pula’ya kavuştuk sonra da “Island Safari Lodge” da kampımızı attık. Ardından akşam yemeğinde gelsin barbeküde etler metler, yummyy :)) Afrika’nın havasından mıdır suyundan mıdır nedir buranın hayvanları pek lezzetli 🙂

Yolda giderken dünyanın en geniş tuz düzlüklerinden biri olan “Makgadikgadi Pans”ın yanından geçtik. Bu alan, binlerce yıl önce kuruyan Makgadikgadi gölünden geriye kalanlarmış ve alan olarak İsviçre’den daha büyükmüş. Bir de yolda giderken ilk filimizi gördüğümüz için çok heyecanlandık ! T.I.A. ! “This is Africa” dostum; Afrika, arabayla giderken yolun kenarında aniden bir fil görmektir 😉

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Makgadikgadi Pans

07/10/2014

Maun’da gene çok erkenden yeni bir güne başladık. Çok heyecanlıyım, çünkü seyahatin en iple çektiğim anı yaklaşmakta, muhteşem Delta’ya yaklaşmaktayım.. Safari için herkes gibi Kruger Park’a gitmeyişimizin, Botswana’ya gelişimizin, neden fellik fellik özellikle Botswana’dan geçen safari arayışımızın işte nedeni.. büyülü Okavango Deltası.. Öyle bir manzara düşünün ki, çöllerin içinde oluşan bir vaha gibi, sularının asla denize ulaşamadığı, sanki yegane amacı Botswana’ya hayat vermek için doğmuş, amacını tamamlayınca da kendini çölün kollarına bırakmış bir mucize..

Durun durun en baştan başlayayım 😉 Maun’da kaldığımız “Island Safari Lodge”da (http://www.islandsafarilodge.co) eşyalarımızı ve rehberimiz Wendy’yi kamp yerinde bırakıp Reiner ile birlikte, yanımıza sadece 1 günlük eşya alarak önce motor botlarla yola koyulduk. Yaklaşık 1 saat boyunca önce geniş sulardan Delta’nın daha da derinliklerine gideceğimiz mokoro istasyonu olan bir adaya geldik. Yolda kartal, timsah gördükçe durduk, bol bol fotoğraf çektik.

20141007_080747

motor bot

Sonra, mokoro istasyonunda motor botumuzdan mokoro’lara transfer olduk. Mokoro, deltanın sığ sularında ilerleyebilmek için kullanılan geleneksel bir kano. Eskiden ağaçtan yapılıyormuş ama ömrü uzun olmadığı için şimdilerde fibreglass’dan üretilmekte. Her bir mokoro 2 yolcu ve limitli eşyalarını almakta ve “poler” denilen kanonun arkasında ayakta durup, kanoyu deltanın sularında uzun ağaçtan sopalarla ilerleten kişilerle yönlendirilmekte..

20141007_092201

mokoro istasyonu

Mokoro’ya bindikten sonra tek yapmanız gereken arkanıza yaslanıp keyfinize bakmak.. Mokoroyu “poler” gayet güzel dengelemekte ve deltanın sığ sularında huzur içinde ağır ağır ilerlerken insan kendini harikalar diyarında gibi hissetmekte.. Salına salına ilerlerken, banyo keyfi yapan bir fil ailesi ile karşılaştık! Bu muhteşem hayvanları izlemeye doyamayarak geçtik yanlarından yavaşça..

20141007_094936

Bizim “poler” ımız adı Ofena. Ofena ve onun gibi poler’lar mokoro istasyonu olan adada yaşamakta. Adadaki herkes 18 yaşına gelince poler oluyor, ve hayatının geri kalanını bu işi yaparak geçiriyor. Polerlar biraz utangaç ama sorduğunuz tüm sorulara cevap vermekte, size gördüğü her timsahı göstermek için elinden geleni yapmakta..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Poler’ımız Ofena

SAMSUNG CAMERA PICTURES

1,5 saatlik bir mokoro seyahatinden sonra konaklayacağımız adaya vardık ve çadırlarımızı kurduk. İşte suyun, elektriğin olmadığı, telefonun çekmediği bu adada, artık deltanın derinliklerinde, hayvanlarla iç içeyiz. Rehberlerin uyarıları net; tek başınıza tuvalete gitmeyiniz (tuvalet dediğim poler’ların yere kazdığı bir çukur), gece çadırı açıp da size bakan gözler görürseniz çadırın fermuarını geri kapatınız :), parlak renkli kıyafetler giyip hayvanların dikkatini çekmeyiniz.. Önce biraz kestirdik sessizliğin huzuruyla.. Sonra hippo havuzunda yüzmeye gittik. Ortamın havasından gaza gelip girdiysem de hippoların, timsahların, türlü türlü minik şeylerin yüzdüğü delta sularında yüzmek şu hayatta yaptığım en aptalca şeylerden biri oldu. Ne diyebilirim, büyülü delta 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

evet, işte orda yüzdük :/

Deltanın sularında yıkandıktan sonra, yeniden atladık mokorolara, bu sefer yürüyüş yapmak için başka bir adaya gittik.. 1 saat kadar zebraların, impalaların yakınından yürüdük, bol bol fotoğraf çektik. Muhteşem bir günbatımında tam mokorolarımızla dönüş yoluna geçmiştik ki, bir hippo homurdanması duyduk, sazların arasından.. Ahanda bir hippo, kendisi suyun altında, sadece gözleri suyun üzerinde bize bakmakta.. Biz tabi saf sehirliler hippoya neden yaklaşmıyoruz diye hayıflandıysak da sonradan hippoların çok tehlikeli olduğunu, insanların en fazla hippolar tarafından öldürüldüğünü, hippoların öylesine bile insan öldürdüğünü anlattılar. Ama ne yapalım, biz çocukluğumuzdan beri hippoyu çizgi filmlerden tek dişli, sevimli, “happy hippo” olarak tanıdık. Bu yanaklarını avucunuzun içine alıp, “uuuuu…” diye sevesiniz geldiği hayvan, nasıl bu kadar tehlikeli olur, inanasınız gelmiyor valla.. Bizim  önümüzdeki mokorolar, aynı hippoyu ağzını açmış kendilerine yaklaşırken görmüşler, çok korkmuşlar ve hemen topuklayarak olay yerinden uzaklaşmışlar.

20141007_171639

yürüyüş yaptığımız ada..

Hippo tarafından yenmekten ucuz kurtulup adamıza geri döndük. Kamp ateşi etrafında, başka hiçbir ışığın olmadığı bu yerde gökyüzünü izlemek.. tek kelime ile muhteşemdi. Gece, polerlarımız bize şarkı söyledi, dans etti, birlikte komik oyunlar oynadık. Sonra hayatımda ilk defa ateşte marsmallow erittim, lezizzz.. Söyledikleri “Beautiful Africa” şarkısını hala zaman zaman mırıldanırken buluyorum kendimi.. Biz videoya almamışız ama youtube’da alan birisini buldum 🙂

Gece, hippo seslerini dinleyerek, her çıt sesinde gözümü açıp çadırın penceresinden bir fil bacağı görme umuduyla yarı uyur uyanık geçti.. 🙂 Delta’nın büyüsüyle huzurla doldum. Beautifuuul Deltaaa..

20141007_201344

polerlar bize şarkı söylerken..

 

Güney Afrika’ya gitmeden hangi aşıları olmak lazım?

Yine maceramız başlamadan 1 ay önce hangi aşıları olmamız gerektiğini öğrenmek için Sabiha Gökçen Havalimanı’ndaki Seyahat Sağlığı Merkezi’nin yolunu tuttuk. Aslında Güney Afrika’ya giderken spesifik olarak olmanız gereken bir aşı yok fakat Güney Afrika; kendisine sarı hummanın görüldüğü Eritre, Sao Tome ve Principe, Somali, Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti veya Zambiya’dan giriş yapan yolculardan sarıhumma aşısı yapıldığını gösteren Uluslararası Aşı Sertifikası istiyor. Biz de Güney Afrika’ya Zambiya’dan gireceğimiz için gittik aşımızı olduk, kartımızı aldık.

20140921_232840

Sarı humma aşısı, bir canlı virüs aşısı olup, enjekte yöntemiyle vurulmaktadır ve 10 yıl koruyuculuğu vardır. Eğer olur da aşı kartınızı kaybederseniz, 10 yıl içerisinde yeniden sarı humma aşısı vurulamazsınız, sadece SSM’ne gidip, kartınızı yeniden bastırabilirsiniz, bize böyle tembihlendi, bizden de söylemesi.. Sarı humma aşısının koruyuculuğu, aşıyı olduktan 10 gün sonra başlamaktadır. Olur da bilinçsiz gidip, aşı olmanız gerektiğini sınırda öğrenirseniz, ülkeye aşıyı olduktan ancak 10 gün sonra girebiliyorsunuz.

Peki nedir bu sarı humma ? Belli bir cins sivrsineğin sokmasıyla bulaşan sarı humma virüsü, kanamalarla seyreden ve son derece öldürücü bir viral hastalığa neden olur. Ateş, ağrı, bulantı ve kusma başlıca belirtileridir. Deride sararmaya neden olduğu için “sarı humma” ismini almıştır.

Şimdi gelelim diğer önemli bir konu olan sıtmaya.. Afrika’daki sıtma türü, tehlikeli bir tür. Sıtma için, koruyucu tablet kullanabiliyorsunuz ama tablet kullanmanız sıtmaya yakalanmayacağınız anlamına da gelmiyor. Sineklerin özellikle gün battıktan sonra ortaya çıktıklarını göz önüne alarak, uzun kollu giyinmek, Deet oranı yüksek sinek kovucu kullanmak, yatarken cibinlik kullanmak önlemlerden bazıları.. SSM, geçen sene biz Hindistan’a giderken verdikleri Meflokin isimli ilacı yan etkilerinin fazla olması sebebiyle (depresyon, halüsinasyon, intihara meyillilik vs :)) artık vermiyor, onun yerine bu sene “Tetradox” isimli bir ilacı verdiler. Doktorun dediğine göre sadece güneş lekeleri yapabilirmiş, gerçi güneşin alnına gidiyoruz ama !? güneş kremi falan dikkat edicez artık bakalım.. Fakat, her zamanki gibi herşeyi danıştığımız kutsal bilgi kaynağı ekşisözlükte bu ilaç ile ilgili pek iç açıcı olmayan hikayeler mevcut (https://eksisozluk.com/tetradox–1299427). Tok karına, bol su ile içilmesi gereken bir ilaç, bu su götürmez bir gerçek ama bahsi geçen yan etkileri umarım biz yaşamayız, artık dönünce anlatıyor olacağım :/

20140921_232901

Merak edenler için Tetradox’un prospektüsü linktedir : Tetradox 100 mg ilaç prospektüsü

ve yolculuk başlasın !

03/10/2014

Aylardır hazırlık yaptığımız, heyecanla beklediğimiz gün nihayet geldi çattı ve biz 3 Ekim Cuma akşamı THY TK0040 sefer sayılı uçuşuyla Johannesburg’a uçtuk. Gece 00:55’deki uçağımız 9,5 saatlik bir uçuşla 09:30 gibi Johannesburg’a vardı. Bu arada bizim seyahatimiz sırasında Türkiye ve Güney Afrika arasında 1 saat fark vardı. Sen 9,5 saat uç, arada bir saat fark olsun.. Şu dünyanın işine bak 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

işte gidiyoruz..

Güney Afrika’ya indikten hemen sonra önce aşağıdaki “Traveler Health Questionnare” i  doldurmanız isteniyor gerektiğinde size ulaşabilmeleri için, sonra da pasaport kontrolünden geçmeden hemen önce bir ekranda ateşiniz kontrol ediliyor. İşte Güney Afrika’nın Ebola için aldığı önlemler..

20141004_100639

Traveler Health Questionnare

Seyahatimizin ilk haftasında G Adventures ile birlikte safariye çıkacağımız için, buluşacağımız oteli arayarak gelip bizi almalarını bekledik. Onları beklerken, bu arada biraz da kazıklanarak bir miktar para çevirdik (1 USD : 9,41 ZAR). Johannesburg’da sadece bir gece kalacağımız “Airport Game Lodge” oteli, adından da anlaşıldığı gibi havaalanına çok yakın ama şehre biraz uzak bir otel. Tek katlı odalardan oluşan şirin bir yer ve bir hafta boyunca çadırda kalacağımızı düşünürsek, sırtımızın da uzun zaman boyunca yatak göreceği son yer 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

“Airport Game Lodge” otel @Johannesburg

Planımız, otele eşyalarımızı bırakıp hemen soluğu Johannesburg’da almak ve en azından Apartheid müzesini gezmekti, fakat otelin bizi almaya gelmesi, otele varmamız derken saatler 12’yi gösteriyordu ve akşam da ekip toplantısı için 6’da otelde olmamız gerekiyordu. Johannesburg’a gitmenin yolu 20 dk’da bir olan Gautrain’i kullanmaktı, hesap kitap yaptık ve Johannesburg’a gidersek bu sefer zamanında otelde olamayacağımızı farkettik ve günün geri kalanını otelde yayarak geçirmeye karar verdik. Biraz uyuduk, biraz otelin çevresinde dolandık derken akşam oldu zaten. Akşam 6’da da önümüzdeki haftayı birlikte geçireceğimiz ekiple ve rehberlerle tanıştık. Ekipten daha sonra daha detaylı bahsedeceğim.

20141004_120356-001

otelde yayarken.. 🙂

Bizim zamanımız olmadı ama Johannesburg’a gelip de 1 gün gezecek zamanı olanlar için bir öneride bulunmak istiyorum. Havalanından Gautrain ile “Gautrain Park Station” a gelebilir, burdan da “CitySightseeing Joburg Hop On-Hop Off” otobüsüne bilet alır, duraklardan istediğiniz yerde inip gezip, tekrar indiğinizden yerden binip devam edebilirsiniz. (http://www.citysightseeing.co.za). Bakınız rotasını da aşağıya ekledim.

j

Ayrıca Johannesburg’daki metro kullanımının pek de güvenli olmadığını duyduk ama görünen o ki Gautrain oldukça yaygın ve kullanışlı ve de havaalanından şehrin merkezi olan Park Station’a ulaşım sağlamakta, aklınızda olsun 😉 (http://www.gautrain.co.za).

Yarın 7’de Botswana’ya doğru yola çıkıyoruz, erken yatmak lazım.. 🙂

gautrain

Gautrain route map

Previous Older Entries