Livingstone’dan Port Elizabeth’e doğru..

12/10/2014

Eveet.. Livingstone’dan ayrılma vaktimiz gelmişti. Seyahatimizin bundan sonraki kısmındaki planımız Port Elizabeth, Güney Afrika’ya uçup, oradan Cape Town’a kadar olan bütün sahil şeridini geze geze gitmek ve Cape Town’a varmak. Öncelikle uzuuun bir yolculuk bizi bekler.. Hayde başlayalım..

Güne sabah 5’de kalkarak başladık. Japon komşularımızı uyandırmamak için parmak uçlarımızda kalkıp hazırlandık ve hostelin önünde dün anlaştığımız taksiciyi beklemeye başladık. Geldi mi, tabiki hayır.. Neyseki, hostelin kapısında 24 saat bulunan güvenlik görevlisi sağolsun bize sabahın 5 bucuğunda bir şekilde bir taksi buldu. Mesafe atla deva değil de, nitekim Livingstone çok güvenli bir yer değil, özellikle sabahın köründe 2 tane sırt çantalı turist için. Velhasılkelam, zamanında Mazhandu Family Bus’da olduk ve tam saatinde kalkan otobüsümüze yetiştik. Otobüs, Hindistan’dakilere nazaran gayet iyi ve konforluydu ama bütün yol yüksek volume’lü çalan o kilise şarkıları neydi Allahım! Tamam günlerden Pazar, ama sabahın 6’sıdır yahu. 6 saat süren yolculuğumuz, otobüste yankılanan kilise şarkıları ve dilini anlamadığımız, çok kötü çekilmiş tuhaf bir diziyi dinlemek zorunda bırakılarak geçti desem. Ne tuhaf rüyalar gördüğümü tahmin bile edemezsiniz 🙂

12 gibi Lusaka’ya vardık. Zambia’nın başkenti olmasının dışında görülecek birşey olmayan bu şehirde zaten pek geçirecek vaktimiz de yok. Havalimanına transfer veya otobüs bulunmamakta. Biz de pazarlıkla 110 kwacha’ya anlaşıp “Kenneth Kaunda” uluslarası havalimanına taksiyle gidiyoruz. Havalimanı oldukça küçük ve uçağa daha 1,5 saatimiz var, heryerini arşınlıyoruz.. Zambia, pek de sınır güvenliği olmayan bir ülke; havalimanları da her ülkeden insanla karşılaşabileceğiniz yegane yer ve ilk defa kendimi Ebola konusunda tedirgin hissediyorum. Tuvalete gidiyorum bir ara, sonra çok pişman oluyorum. Sonra çok paranoyak olduğuma karar veriyorum 🙂

Neyse bir şekilde saati 16:00 ediyoruz ve uçağımıza biniyoruz. İlk defa Sarı humma aşı sertifikamızı özellikle görmek istiyorlar. South African Airways ile önce Johannesburg’a, ordan da Port Elizabeth’e uçacağız. Önceden kalacağımız hostelle yazışıyoruz, bizi havalimanından alacaklar. Buraya kadar herşey iyi güzel..

20141012_155225

Sonunda saat 21:30’da Port Elizabeth’e iniyoruz. Port Elizabeth havalimanı ufacık tefecik bir yer. Bagajımızı bekliyoruz, bekliyoruz, bekliyoruz, gelmiyor. Allah Allah.. Nerde bu bagajlar !? Bizdem başka kimse kalmayıncaya kadar bekliyoruz, sonra kayıp eşya ofisine koşuyoruz panikle. Meğersem biz Port Elizabeth’e uçmuşuz ama bagajlarımız Johannesburg’de kalmış. Star Alliance üyesi olan sevgili South African Airways görevlisi Johannesburg’a indiğimizde valizlerimizi almamız ve sonra yeniden check-in yapmamız gerektiğini söylüyor. Bunu yapmadığımız için valizlerimiz gümrükte kalmış. Peki, bunu neden kimse bize söylemiyor?? Kadın, yardımcı olmaktan çok uzak, sadece bunun onların sorunu olmadığını bizim hatamız olduğunu tekrarlayıp duruyor. E peki ne zaman kavuşabiliriz valizlere diyoruz? Bir telefon numarası verip başından savıyor. Çok sinirleniyoruz. Hosteldekiler gitmiş. Saat 22:00 olmuş, dımdızlak kalmışız.. Neyse, önce taksiyle (80 ZAR) hostelimize varıyoruz. Bu arada artık Güney Afrika’dayız ve para birimimiz “South African Rand”. Hostel süper, önce Gökçe’yle birer bira söylüyoruz kendimize gevşemek için.. Neler olmadan ne kadar idare edebiliriz konuşuyoruz. Neyseki telefon şarj aleti yanımda. Gene 6 kişilik dorm’da (adam başı 12,59 dolara) kalıyoruz.  Üzerimizdekilerden başka giyecek birşey olmadığı için olduğu gibi yatıyoruz valla, ne diş fırçası, ne lens solüsyonu 😦 Bu arada dorm’da bir tek bayan benim ama artık bunu takacak halim yok. Zaten yorgunluktan kafayı koyduğum gibi uyuyorum.

20141013_073308

Sabah, erkende kalkıp South African Airways’in Johannesburg ofisini arıyorum. Bagajlarımızın sabah 10 uçağı ile geleceğini öğreniyoruz, rahatlıyoruz.. Bu arada kaldığımız hostel “Lungile Backpackers” (www.lungilebackpackers.co.za) çok cool bir yer. Konum olarak merkeze az uzak olsa da, okyanusa 5 dk yürüme mesafesinde. Ama hostelde çok da vakit geçiremediğimizden detaylı bir yorum yapamayacağım.

Sabah, günün değerlendirmesini çektiğimiz video..

Victoria Falls’ün sularıyla yıkanmak..

11/10/2014

Bir haftadır 5’de, 6’da kalktığımız günlerden sonra, bugün 8’de uyanmak ilaç gibi geldi desem yeridir, resmen refresh olduk. Ekiple son kahvaltımızı edip, hepsiyle vedalaştık, bir gün biryerlerde görüşmek dilekleriyle.. Kaldığımız yerin 10:00’daki free shuttle’ını kullanarak Livingstone Post Office’in oraya gittik. Önce otogarı bulup, “Mazhandu Family Bus” firmasından ertesi sabah için Lusaka’ya bilet aldık. Livingstone-Lusaka arası bilet adam başı 110 Kwacha. Bu arada Zambia’da para birimi “kwacha” ve biz seyahat ederken 100 kwacha 30 TL kadardı.

20141011_102835

Sonra, 15 dk kadar merkeze yürüdük ve gece kalacağımız hostele (Fawlty Towers)’a yerleştik. Kendimize güzel bir market alışverişi yaptık, şelalere baka baka piknik yaparız diye planlayarak ama plan suya düştü, neden mi, az sonra.. Victoria Falls, Livingstone merkezden 11 km uzaklıkta. 40 kwacha’ya taksiyle gittik çünkü minibüs var mı bilen yok. Genelde tüm hostellerin günde bir kere shuttle’ı var ama biz shuttle saatini kaçırmışız.

Neyse bir şekilde vardık Victoria Falls’a yeniden. Ama ben taksiden indiğim gibi, bir babunun bana doğru dört nala gelmesi bir oldu. Ne olduğunu anlayamadan hayvan üzerime atladı elimdeki poşeti kapmak için. Ben gayri ihtiyari poşeti kaçırmaya çalıştıysam da affetmedi. Sonra da karşımıza geçip, sandviçlerimizi bir güzel aralarında elden ele vererek paylaştılar, ve bize baka baka yediler!? Bu ne terbiyesizliktir yahu ! Ben olayın şokunu atlattıktan sonra Gökçe bende bir çizik ya da tırmalama olup olmadığını sordu, doğru ya, poşetimi korumaya çalışırken bu detayı hiç düşünmemiştim. Valla sonum Afrika hastanelerinde kuduz aşısı olmakla da bitebilirdi. Herhalde hastaneye son gitmek isteyeceğiniz ülke olabilir Zambia. Babun saldırısından tek kurtarabildiğimiz sanırım bir paket bisküvi oldu 🙂 Yani heryerde “Babunlar tehlikeli hayvanlardır, yemek vermeyiniz” diye tabelalar var evet ama boş bulunduk işe, nerden bileyim hayvanın yemeğin kokusunu 10 mt öteden alacağını. Yani, siz siz olun, Victoria Falls’a yolunuz düşerse, babunlara çok dikkat edin 🙂

Neyse dedik piknik yalan oldu, bari yola devam.. Gişedeki kadına, dün gördüğümüz yerel rehberi sorduk yani ne bileyim parkın rehberleri mi yoksa sarı çizmeli Mehmet Ağa mı diye. Kadın, bir arkadaşım da rehber diyerek, birine telefon açtı, ahanda dünkü adam. Tamam dedik adama, biz varız. Şimdi iki opsiyonunuz var.

1) “Angel’s Pool”, şelalenin ucuna yakın bir yerde kayaların içinde doğal bir havuz, havuz Devil’s Pool gibi şelalenin tam ucunda değil ama. Ayrıca şelalenin ucuna kadar da yürüyerek gidip bir bakabiliyorsunuz. Gidiş, dönüş 1 saatlik bir aktivite, adam başı 100 kwacha.

2) Diğeri de asıl benim daha gelmeden gözüme kestirdiğim “Devil’s Pool”, böyle şelalenin tam ucunda doğal olarak oluşmuş ufak bir havuzda, çoğunlukla!? şelaleden düşmeden, şelaleden aşağıya sarkabiliyorsunuz. Devil’s Pool, Livingstone Island’da bulunmakta ve normalde bot ile gidiliyor ve bir rehber sürekli size eşlik ediyor şelaleden aşağıya yanlışlıkla uçmayasınız diye 🙂 Kaldığımız yerdeki Adventure Center’da Devil’s Pool aktivitesi 90 dolardı ve bizim aktiviteler için ayırdığımız bütçenin biraz üzerindeydi. Bizim tanıştığımız bu rehber de 50 dolara Devil’s Pool’a götürürüm dedi ama sadece yürüyerek gitmek 1 saat sürermiş ve gidip, takılıp, dönmesi en az 3 saatlik bir aktivite.

SAMSUNG CAMERA PICTURESSAMSUNG CAMERA PICTURES

Düşüdük, taşındık ve “Angel’s Pool” a gitmeye karar verdik, bizi bu seyahatte daha birçok aktivite beklediği için. Öte yandan, içimizden bir ses yolumuzun bir gün yeniden Victoria Falls’dan geçeceğini söylüyor, “Devil’s Pool”u da o zamana bırakıyoruz ve iki tane elin Afrikalısının elinden tuta tuta yer yer şelalenin sularının içerisinden geçe gide, çok keyifli bir yürüyüş yapıyoruz. Şelalenin sularına kapılıp gideceğimi hissettiğim ya da ayağım kayıp da kafayı gözü yaracağımı düşündüğüm yerlerde hemen rehber yardım elini uzatıyordu sağolsun 🙂 ve yaklaşık 20 dk yürüyerek “Angel’s Pool” a geldiğimizde büyüleniyoruz. Yürüyüşe çıkarken, Victoria Falls’u keşfeden David Livingstone amca gibi hissediyorum kendimi. Sevinç çığlıklarıyla hemen kendimizi havuza atarak, şelalenin sularında yıkanıyoruz.. 🙂 O an için Angel’s Pool sadece bize ait, tadını çıkarıyoruz..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Angel’s Pool’a atlarken..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Angel’s Pool’un tadını çıkarırken..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

rehberimiz de bize katıldı.. 🙂

 

Angel’s Pool’da eğlendikten sonra, biraz ileride şelanin ucuna kadar yürüyoruz, gerçekten de tam olarak şelalenin ucuna, bir adım sonrası uçurum yani! Ama süperdi! Heryer ıslak, kaygan, adamlar yanımızda değil, bir an için son fotoğraflarımız mı hissine kapılıyoruz ama çabuk geçiyor 🙂 Bu sefer de biz karşıdaki insanlara el sallıyoruz.. Bu şekilde, dünyanın 7 harikasından biri olan şelalerin ucunda düşmek üzere oturmanız, herhalde bir Afrika’da mümkün 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

işte şelalenin kenarındayız!

SAMSUNG CAMERA PICTURES

şelalenin ucunda otururken..SAMSUNG CAMERA PICTURES

Havuzda son kez çocuklar gibi şen eğlendikten sonra, “Angel’s Pool”a veda edip dönüş yoluna geçiyoruz. Aşağı yukarı toplamda 1/1.5 saat süren bu şelale yürüyüşünün ardından başladığımız noktaya dönüyoruz ve rehberlerimizle bir anı fotoğrafı çektirip, onlardan ayrılıyoruz. Eğer ıslak sezonda gelmiş olsaydık, belki şelaleyi daha güzel bir manzarada bulabilirdik ama su seviyesi çok olacağı için bu yürüyüşü de yapamayacaktık, Victoria Falls’un sularında yıkanamayacaktık. Çok keyifli bir aktiviteydi, her anına değdi valla 😉

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Angel’s Pool, daha önce hiçbir blogda ya da Lonely Planet’de okumamıştım. Böyle bir yeri keşfettiğimiz için çok keyiflendik.

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Rehberlerin yanından ayrıldıktan sonra biraz daha şelaleyi izliyoruz doya doya. Derken aniden yağmur başlıyor. Yaklaşık yarım saat parkın girişinde bir saçağın altında yağmurun geçmesini bekliyoruz. İyiki şelale yürüyüşünü aradan çıkarmışız diyoruz. Yağmur hafifleyecek gibi olduğunda “Boiling Pot” parkurunu yürümeye karar veriyoruz. Bizim rehber bana, giydiğim zaman koca bir limona benzediğim kocaman sarı bir yağmurluk veriyor. Girişin ordan tabelaları takip ederek, şelalenin sularının karıştığı “Boiling Pot” dedikleri noktaya iniyoruz. İndiğimiz yerden Victoria Falls köprüsü de görünüyor. Sadece şelalenin ve doğanın sesi.. Çok huzurluyuz..

SAMSUNG CAMERA PICTURESSAMSUNG CAMERA PICTURESSAMSUNG CAMERA PICTURES

Artık yağmur durdu ve hava kararmak üzere.. Victoria Falls köprüsüne gidip, hadi bir de ordan bakalım diyoruz. Oraya gitmek için Victoria Falls parkından çıkıp biraz yürümek gerekiyor. Biz de bir taksiyle anlaşıyoruz, ordan da bize hostele bırakacak. Victoria Falls köprüsü, Zambia ve Zimbabwe arasındaki sınırı oluşturuyor bu sebeple aslında sınırı geçmemiz gerekiyor. Yanımızda pasaportumuz yok ama bir şansımızı deneyelim dedik. Gökçe, ben ve taksi şoförü, Zambia tarafındaki sınıra gidip, sadece köprüye gidip fotoğraf çekmek istediğimizi ama yanımızda da pasaport olmadığını söylüyoruz. Kadın görevli, bir kağıda “3” yazarak veriyor. Biz, o kağıtla Zimbabwe’ye geçiyoruz!? Köprü’de fotoğraf çekerken, bir kız gelip birlikte fotoğraf çektirebilir miyiz diyor, tabiki diyorum, derken o kız, arkadaşları, onların arkadaşları derken, köprüdeki tüm insanlar birlikte fotoğraf çektirirken buluyoruz kendimizi 🙂 Haha ha ! Mükemmel bir fotoğraf oluyor 🙂 Geri dönerken de Zimbabwe sınırında ateşimizi ölçüyorlar. Böylelikle elimizi kolumuzu sallaya sallaya Zimbabwe’ye de ayak basmış oluyoruz 🙂 This is Africa dostum 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

Yanımdaki kızın kafası da omzumda, ha ha 🙂

Kaldığımız hostel “Fawlty Towers” çok tatlı ve güvenli bir yer. Biz, bir gece sadece uyumak için kullanacağımızdan ekonomik olsun dedik ve dorm’da kaldık (6 kişilik odada adam başı 8 dolara). Biz odaya sabah yerleştiğimizde odada bizden başka kimse yok. Her yatakta cibinlik var, on puan ! Bu sıtma derdi yüzünden bazen psikopata bağlayabiliyorsunuz çünkü. Hostelde başucumuza koydukları bir defterde yazan uyarı dikkat çekici ve düşündürücü.. Maalesef HIV, Afrika’nın acı gerçeklerinden biri. Zambia, dünya genelinde en çok HIV görülen ülkelerin başında gelmekte ve ülke genelinde insan ömrü maalesef 39 yıl 😦 Gerçekten de Zambia’da olduğumuz süre boyunca bir tane bile yaşlı insan görememek çok üzücü ve sarsıcı. Sonuçta, tüm bunları, bunlardan çok uzak ülkemizde yaşarken de biliyoruz ama burda gözlerimizle görmek, tokat gibi çarpıyor insana. Daha hiçbir şey de görmedik aslında..

20141011_11240920141011_112455

Akşam hostele döndüğümüzde, odamıza bir de Japon çift yerleşmişti. Tam 14 aydır dünyayı geziyorlarmış, yolları Türkiye’den de geçmiş. Dorm’da kalmanın, ekonomik olmasının yanısıra bir güzel yanı da farklı ülkelerden farklı insanlarla tanışmak ve onların hikayelerini dinlemek. Kimi zaman anlattıkları bir hikayeden yola çıkarak kendi seyahatine yön vermek, kimi zaman onların seyahatine yön verebilmek ve belki de hikayelerinde küçük bir ayrıntı olabilmek.. Nasıl Nepal’de Bhaktapur’a giden minibüste tanıştığımız Ürün ve Zeynep’in çok sonra tesadüfen bloglarına rastgelip, bizden bahsettiklerini okuduğumuz gibi.. Ya da Hindistan’da Varanasi’den Delhi’ye giden trende tanıştığımız İsrailli kızın, bize Botswana’yı bu kadar coşkuyla anlattığı için bu sene kendimizi burda bulmamız gibi.. Hayat küçük sürprizlerle dolu 😉

Neyse, hikayemize dönelim.. Hostelimizde sıcacık bir duş aldık, kendimize geldik ve akşam yemeği için kendimizi tabiki gene Cafe Zambezi’ye attık. Cafe Zambezi, hostelden iki bina ötede olduğu için geç saatlere kadar oturup, rahatça da dönebildik. Cafe Zambezi’de bu sefer “Zambezi Burger” söyledik. Hamburgerimizden bir ısırık aldığımızda Gökçe’ye gözgöze geliyoruz. İkimiz de biliyoruz! İste budur !!! Yıllardır Gökçe’yle ideal hamburger arayışımız işte burda Zambia’da sonlanıyor, ideal hamburgeri yerde gökte ararken Zambia’da buluyoruz! Cafe Zambezi’nin hamburgeri kesinlikle olağandışı ve o kadar leziz ki, bu hamburger karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor, sadece saygıyla eğiliyoruz 🙂 Gerçekten de öyle.. Şimdi Zambia’ya bir daha gitmek için bir nedenimiz daha var.

Mosilerimizi de yudumlayıp Zambia’da güzel bir son gece geçirdikten sonra, hostele dönüyoruz. Otobüsümüz çok erken, saat 6’da. Bu da bizim en geç 5bck gibi hostelden ayrılmamız gerektiği anlamına geliyor. Bugün bindiğimiz taksiciyle sabah bizi gelip almasını konusunda anlaşıyoruz. Zambia’da tropikal iklim olduğundan, inanılmaz sıcak, Johannesburg’da 10 derecelerde başlayan yolculuğumuz, burda 30 dereceyi gördü. Uyumakta oldukça güçlük çekiyoruz, sabahı zor ediyoruz.

FawltyTowers_e_091

hostelimiz

 

Victoria Falls nam-ı diğer “Kükreyen duman” :)

10/10/2014

Chobe National Park’daki nefes kesen safarimizin ardından mest olmuş, yüzümüzde kocaman bir gülümseme Wendy’e koştuk resmen. Kadının etrafını sarıp “Wendy! aslan gördük, kocamandı! Wendy! Bir aslan, inanabiliyor musun!!” diyerek soluksuz anlatırken, muhtemelen yüzlerce kez görmüş olmasına rağmen bizim heyecanımızı paylaştı 🙂 Çoktan öğlen yemeğini hazırlamıştı bile. Biz de hemen birşey atıştırıp, Denver’a doluştuk ve yola koyulduk. İstikamet Zambiaa! 😉

Kasane’den uzun sürmeyen bir yolculukla Botswana – Zambia arasındaki Kazangula sınırına geldik ve Zambia’ya geçmek için feribotumuzu beklemeye başladık. Şimdi, feribot deyince benim aklıma Eskihisar – Topçular arası çalışan, içine de baya bir araba alan görece büyük bir feribot geliyor. Gele gele, ufacık, içine 3-5 araç ancak alabilen bir feribot geldi. Zaten bir baktık ki, geçeceğimiz nehir de atla deve değilmiş, feribota binmemizle 10 dk’da karşıya geçtik bile. Sınırda fotoğraf çekmek yasaktı ama ben otobüsün içinden çektim bir tane, feribotu gösterebilmek için 🙂

2014-10-10 10.21.42

Kazangula sınır kapısı.. Bizi Botswana’dan Zambia’ya geçirecek feribot

Veee işte artık Zambia’dayız. Biz, pasaportlarımızı ve vize paralarımızı Wendy’e verdik ve pasaport ofisinin dışında yere dizildik. Hemen birkaç satıcı geldi. Dün gece annem sabaha kadar elleriyle oydu diyerek el yapımı !? fil, zürafa falan pazarlamaya başladılar. Yanımızdaki İzlandalı çocuk bildiğin hayvanat bahçesini tamamladı ordan 🙂 Bu arada, Zambia vizesi tek giriş için adam başı 50 dolar. Eğer Victoria Falls’a bir de Zimbabwe’den bakacağım deyip,  Zambia’dan Zimbabwe’ye gidip geri Zambia’ya dönecekseniz, mutlaka 75 dolar’lık çok girişli vize almanız lazım. Sırf Victoria Falls’ü görebilmek için 2 günlüğüne Zambia’ya geldik ve 100 dolar vize parası verdik. Umarım buna değer..

Önce, ekiple beraber son kez kalacağımız “The Zambezi Waterfront Campground”a geldik ve çadırlarımızı kurduk. Burası oldukça şirin olmasının yanısıra Livingstone merkeze biraz uzak ama Victoria şelalerine yakınca (4 km uzaklıkta). Mekana gelmeden maymunlara dikkat etmemiz konusunda Wendy tarafından ciddi ciddi uyarıldık. Hırsızlık yaptıklarını, özelliklere kadınların peşine takıldıklarını !? falan anlattı. Gerçekten de çadırın kapısını açık bırakmaya falan gelmiyor, bir bakmışsın T-shirtini sallaya sallaya geziyorlar 🙂

20141011_090017

Gökçe, keyif yaparken.. 🙂

20141010_143342

Çadırınızın kapısını açık bırakırsanız, işte başınıza gelecek olan bu 🙂

Biraz dinlendikten ve yemek yedikten sonra, burda olma sebebimize doğru ilerliyoruz heyecanla : Victoria Falls, halk diliyle “Mosi-oa-Tunya” yani “smoke that thunders/kükreyen duman”, Zambia ve Zimbabwe’yi birbirinden ayıran Zambezi nehri üzerinde bulunan, dünyanın en geniş şelalesi. Dünyanın 7 harikasından biri olan “Victoria Falls”, 1.7 km genişliğinde ve 108 m yüksekliğinde ve ölmeden önce görmeniz gereken yerler listenizde mutlaka olması gereken bir yer bence. Victoria Falls, Avrupalı bir kaşif olan David Livingstone tarafından 1855 yılında keşfedilmesinden sonra ün kazanıyor. David Livingstone amca, şelaleyi ilk gördüğü an o kadar etkileniyor ki, aynen aktarıyorum ağzından şu sözler dökülüveriyor : “The most wonderful sight I had witnessed in Africa. No one can imagine the beauty of the view from anything witnessed in England. It had never been seen before by European eyes, but scenes so lovely must have been gazed upon by angels in their flight” ve şelaleye kraliçe Victoria’nın adını koyuyor. Sadece bununla kalmıyor, Livingstone şehrine de kendi ismini veriyor. Victoria Şelalesi, Zambia tarafından akmakta ve bizim duyduğumuz en güzel Zimbabwe tarafından izlenebilmekte. Ama şelale o kadar geniş ki, Zambia tarafından da oldukça büyük bir kısmı görülebilmekte.

Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Zambia, Victoria şelalerine sahip olunca, ona deli gibi tutunmuş ve turizmin dibine vurmuş. Livingstone şehri, inanılmaz turistik bir yer ve burda herşey acayip pahalı. Victoria Şelaleri’ne giriş parası, Zambia tarafında 20 dolar, Zimbabwe tarafında 30 dolar. Yani çok zengin değilseniz, iki ülkeden birini seçip ordan bakmak lazım. Biz Zambia’yı seçtik, ve işte burdayız 🙂

20141010_151925-001 SAMSUNG CAMERA PICTURES

İçeri girdiğimizde, uzun bir patika yolu takip ediyoruz. Herşey çok düzenli, heryerde tabelalar falan.. İlerlerken, uzaktan şelalenin sesini duyuyorum, çok heyecanlanıyorum. Gelmeden önce, internette onlarca fotoğrafına bakmıştım, videolar falan izlemiştim. Olağanüstü birşey bekliyorum, beklentim tavan yani.. Ama şelaleyi ilk gördüğüm anda sanırım hissettiklerim biraz hayal kırıklığı.. Çünkü biz aslında kuru sezonda gelmişiz ve şelalede su çok azz 😦 Normalde, şelaleden ıslak sezonda, dakikada 500 milyon litre su akarken, bu durum kuru sezonda 10 milyon litreye düşüyormuş. Hay bin kunduz! Biz de şu işe bak, çok da doğru olmayan bir sezonda gelmişiz. Evet, gene de şelale çok güzel, ama bazı kısımlarında nerdeyse hiç su yok diyebilirim. Yani benim fotoğraflarında gördüğüm kesintisiz bir su perdesi hayal edin, öyleydi. Gerçi, ıslak sezonda da özellikle bazı aylar o kadar çok su oluyormuş, çıkardığı su bulutundan şelaleyi bile göremiyormuşsunuz. Bize söylenen, Haziran/Temmuz gibi gelinmesi en ideali. Artık bir daha yolumuz buralardan geçerse diyelim..

20141010_155302

aslında sağ duvarın tamamında su olması gerekiyordu 😦

Neyse, moral bozmak yok deyip, anın tadını çıkarıyoruz. Önce her açıdan şelaleyi izleyebileceğimiz heryeri dolaşıyoruz. Sonra, birden şelalenin üzerinde bazı insanlar görüyoruz, bize el sallıyorlar. Ama iki adım daha atsalar, aşağıya uçacak gibiler. Ana, onlar oraya nasıl çıkmış yaa diye radarları açıyoruz. Başka bir patikadan bir su düzlüğüne çıkıyoruz. Orda biraz vakit geçirince, suyun üzerinde yürüyerek bir yerlerden dönen insanlar görüyoruz. Hemen yanlarına gidiyoruz, konuşuyoruz. Öğreniyoruz ki, ordaki lokal rehberler para karşılığı sizi şelalenin üzerine götürüyorlar. Evet, şu an nasıl baktığınızı tahmin edebiliyorum. Elin Afrikalısına güvenip, peşinden can güvenliği sıfır bir şekilde şelalenin üzerine acaba çıktık mı? Cevap, bir sonraki postta :))

Bu arada süremiz doldu, gene ekipcene kampa geri dönüyoruz. Çok açız, hemen akşam yemeği için “Cafe Zambezi” ye gidiyoruz ve işte yemek şöleni başlıyor. Burda yemek alternatifleri çok zengin, dün safaride ne gördüysen bugün tabağında.. Ben sıkı bir etçi olduğum için, ana yemeği sağlama alıp T-bone steak söylüyorum. Maceraperest Gökçe, Zambia tabaği diye birşey sipariş ediyor ve dün hoplaya zıplaya gezen, sevimli sevimli bakan impalalardan götürüyor, ben de bir lokma aldım ama tadı çok kötü. Arkadaşlarla ortaya timsah ve tırtıl söylüyoruz :)) Valla, beklentimin aksine timsahın tadı on numara 🙂 ama tırtıl kızartma ne desem hoş değil :)) Tabiki yemeğin yanına her zamanki gibi lokal biradan söylüyoruz, burda da lokal biramız “Mosi”.

20141010_194207

tırtıl da yemedim demem artık 🙂

SAMSUNG CAMERA PICTURES

ortaya da timsah..

SAMSUNG CAMERA PICTURES

ve buranın lokal binası “Mosi”

Sohbet muhabbet çok hoş bir akşam geçiriyoruz. Ekibin bir kısmı aynı turla geri Johannesburg’a dönecek, bazıları başka bir G ekibi ile birleşip 3 hafta daha sürecek bir yolculukla Kenya’ya devam edecek, bazıları da bizim gibi tura bu noktada veda edecek.

Tur deyince tüyleri diken diken olan bizler için, G’nin bu turuna katılma kararı oldukça zor oldu. Bu safari olayına kendimiz mi girişsek diye baya düşündük ama şu an itiraf ediyorum ki iyi sehayatimizin ilk kısmını iyi ki G ile geçirmişiz. Hem Afrika’da mesafelerin birbirine çok uzak olmasından, saatlerce in the middle of nowhere de gittiğimizden, çölde seyahat ediyor olmamızdan ve bir nebze de güvenlik sebebiyle, Afrika’ya ilk defa geldiğimiz için doğru kararı vermişiz diyorum. G’nin turu da tam bizim kafada bir seyahat anlayışında olduğundan kendimizi hiçbir zaman turist gibi hissetmedik, çünkü biz gezginiz, hatta artık bir “overlander”ız 😉

20141011_085307